GEDİKMEDİA
 
  Helal Kazancın Hikayesi
  Başını Vermeyen Şehid;Seyyid Bilâl Hazretleri
  HZ. Hüseyin'in Türk Milletine Duası
  Mimar Sinan'dan 400 Sene Sonrasına Mektup
  İstanbulun Fethini 50 Gün Gecikren Veli ;Vedud Sultan
  ''DANİEL DEFOE BİR OSMANLI CASUSUYDU''
  Kanuni'nin Mezarına Koydurduğu Küçük Sanduka Neydi?
  Stalin'in vazgeçemediği telepatı Messing
  Osmanlı Devleti'ni Bir Velinin Bedduası mı Yıktı?
  Osmanlı subayının elle çizdiği para
  Padişah Ağlatan Evliya Karabaş Velî Hazretleri
  Sin şın'a girince Muhiddinin Kabri Bulunur
  ALİ USTA'NIN HATIRALARINDA ŞEYH ŞERAFEDDİN DAĞISTANÎ (K.S.)
  MÜŞTAK BABA VE ANKARA’NIN BAŞKENT OLACAĞI MÜJDESİ
  Piri Reis’in kayıp Hazinesi
  Piri Reis Haritasının Sırrı
  Washington Konya Arası 5 Dakika
  Münir DERMAN ks
  Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferini Hiç Böyle Okudunuz mu?
  Cifir İlmi ve Bediüzzaman
  Gönenli Mehmet Efendi ve Bediüzzaman
  Oktan Keleş ve Metafizik İstihbarat
  İLM-İ LEDÜN SIRLARINDAN
  Müthiş Buluş Mutlaka Okuyunuz
  Atlantis ve Mu Bilmediğimiz Bir Teknolojiye mi Sahipti?
  ALLAH DOSTU Münir DERMAN (ks) DEMİŞDİ Kİ… SOHBET MD-70
  Dünyada Medeniyetin Kaynağı Türkler mi?
  Müftü El-Hüseyni-Adolf Hitler
  Oktan Keleş cevaplıyor
  Yunus'u Hiç Böyle Okudunuz mu?
  Hz.Mevlana 8 asır önce atom bombasını haber vermişti!
  Şeyh Şerafettin Dağıstani
  5000 Yıl Önce Çizilen Uçak,Helikopter,Denizaltı,Uçan Araba Figürleri,
  Küçük Hüseyin Ankaravi ks
  Bu dut,dut verdikçe anadolu Türk'lerindir
  Antik Çağda Bilgisayar Kullanıldı mı? ; Antikythera mekanizması
  Osmanlı Sultanları’nın Tılsımlı Gömlekleri
  Yuşa Peygamberin Kabrini Bulan Veli;Yahya Efendi
  Türk buluşu Ankaferd,Kanamayı durduran dahiyane çözüm
  TÜRK TARİHİNE AİT YENİ SIRLAR
  Ayasofya'nın sırrı harcında saklı
  Tapınakçı Lawrence
  Kumran yazıları,çobanın bulduğu tarih,,
  Münir Derman ks. vaaz notları
  Adnan Menderes'in saatindeki entrika
  MENAKIBI ŞEYH ŞERAFETTİN DAĞISTANİ
  P3 HERMES’TEN HZ. İDRİS’E İŞARETLER!
  HZ. YUŞA TEPESİNİN SIRRI METAFİZİK İSTİHBARAT (1)
  Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferini Bir de Böyle Okuyun
  Hristiyanlığın Binlerce Yıldır Gizlenmiş Gerçeği ;Barnabas İncili
  Davud as'mın Kılıcındaki Gizem
  Türk'ün Manevi Sırrı Münir Derman ks Vaaz 1
  BU YAZIYI LÜTFEN 30 KERE OKUYUNUZ......
  Yara Tedavisinde Bal
  Admine soru,görüş ve önerilerinizi bildirebilirsiniz.
  Site sayacı
  Ziyaretçi defteri
MENAKIBI ŞEYH ŞERAFETTİN DAĞISTANİ

MENAKIBI ŞEYH ŞERAFETTİN DAĞISTANİ

 

 

 

 


               Şeyh Şerafeddin Dağıstanî[Kaddesallahu Sırrıhulaziz]: Dağıstan, 1875 – Yalova ( Güneyköy ), 1936

“Kudsiyye-i Peygamberiyye’ye Allah tarafından cârî ve vâsıl olan, bilumum esrâr, ulûm ve hakâyık-ı külliye noksansız olarak taraf-ı Celîl-i Resûlullah’tan Ebû Bekir’in kalbine irsâl buyurulmuş.” “Akıl, idrâk ve irfândan müstağni (uzak) olan bu vâridat ve esrâr-ı hakîkat, Sıddîk-ı Ekber tarafından müteselsilen (sırasıyla) bütün kulûb-u eimme-i Sâdât-ı Nakşbendiyye’ye de olunmuştur.”(S.4-5)

“Diğer tarîkatlar asırdan asıra inhirâf ederek (bozularak ), şimdiki halde, yedi tarîkat usûl ve ıstılâhında te’sir kalmıştır.” Tarîkât-ı Celîle-i Nakşbendiyye sâlikini, bilumum diğer tarîkatların sâlikinin de hâiz oldukları kemâlâta (olgunluğa), bidâyette(başlangıçta) hâiz ve hâmil olurlar.”(S.6)

****

Şerafeddin Dağıstani (K.S.)’in ömrünü tamamladığı Yalova’ya 12 km. mesafede bir vadide kurulmuş olan Güneyköy (=eski adı Reşadiye) köyünden bir kısmın Türbelerinin bulunduğu Cebel-i Hafakan’dan görünümü.Resimde görülen minare Sultan Reşad tarafından köye yaptırılan tarihi camiye aittir.Şerafeddin Dağıstani (K.S.)’in bir kısım müridana bu camideki halvethane kısmında erbain ve halvetler yaptırdığı anlatılmaktadır.Bu cami Yunan istilası sırasında tamamen yakılarak imha edilmek istenmiştir.Cami civarındaki medresede bir vakitler yüzlerce talebenin eğitim gördüğü ve medresenin ihtiyaçlarının Şeyh Şerafeddin Dağıstani (K.S.)e büyük hürmet beslediği anlaşılan Sultan Reşad tarafından vakfedilen arazi ve diğer kaynaklardan karşılandığı bilinmektedir.Köy meydanında Şerafeddin Dağıstani (K.S.)’in evinin yanındaki yine Sultan Reşad tarafından yaptırılan ve üzerinde sultanın tuğrası bulunan çeşme de dikkat çekmektedir.

“Yeis derecesinde kalarak beş defa halk arasından çekilmek ve Medine-i Münevvere’de ihtiyâr-ı mücâveretle Ümmet-i Muhammed’e duâ ile imrâr-ı hayat etmek için Efendimiz’den mezûniyet istedim.”(S.13)

“Evrâd ve ezkârına devam etmeyerek, beyhûde ömür ve vakit kaybedenler muayyen vakitleri geldiğinde tarîkattan tard edileceklerdir.”

“Kalplerimizin bu meslekte devam ve sebâtı için; vazifemizin hâricinde hiçbir şeyi görmemek ve onlarla iştigal etmemek lâzımdır.”

“Kir ve ayıp görmek; kırk gün feyiz kapısını kapatır, tevfîk kapısını kapatır.Evliyâullâh’ın nazarları kesilir. Böyle geçen günler (halkın ayıplarını rivâyetle geçen günler), tarîkat neş’esinden tard olunmak günleridir.”

“Zirâ derecât-ı menhiyyâtın her mertebesinde, ne derece buğz-u fillâh lâzım gelirse, bu hadde göre buğz lâzım gelir.Onun için kendisinde buğz-u fillâh edecek had ve merâtibi(dereceyi) tayin ve tesbît eyleyecek ilim lâzımdır.”(S.14-15)

******

NE SURETLE SALAVÂT-I ŞERÎFE GETİRİLMESİ SUÂL OLUNMASIYLA AŞAĞIDAKİ NUTUK ÎRÂD BUYURULMUŞTUR

“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ Âl-i Muhammedin ve Sellim” diye salât ve selâm ediniz.”(S.16)

***

ESMA-İ BEŞER HAKKINDA BUYURMUŞLARDIR:

“Bir çocuk doğduğu vakit, ona isim verecek kimselere ism-i hakikîsini ilhâm için Cenâb-ı Hakk(c.c) melekler hâlketmiştir.”

“Bir kimseye ism-i ezelîsi verilirse, zekâ ve idrâki (ve mâ câ’e bihi’n-Nebiyyü)’ye sûret-i temessük (sarılma şekli) ve istikâmeti, yedi derece kâmilâne (üstün) olur.”

“(İhvândan ism-i hakikîleri verilmeyenlere esâmi-i ezeliyyelerinin iş’âr olunacağı (açıklanacağı) beyân buyurulmuştır.)” (S.17)

MÜRŞİDÎN-İ KİRÂM HAZERÂTININ EVSÂF VE AHVÂLİNİ BEYÂN EDEN VE MAKÂM-I İRŞÂD’IN ŞURÛT VE ERKÂNI VE MUKALLİD MÜRŞİDLERİN DE AHVÂLİNİ BEYÂN EDEN ÜMMÜ’L- HİKÂYÂT DENİLEN MENÂKIBTIR.

“Her bir asrın içinde 124.000 evliyâ-i kirâm ve 313 mürselîn-i kirâm makâmına kâim olan mürşidîn-i izâm hazerâtını eksik etmedi.”

“Sonraki asırlarda ümmet-i Muhammed’i irşâd ve hidâyet etmek için Resûlullah Aleyhissalâm’ın havâs ümmetinden mürşidîn-i kirâm’ı tayin ve tahsis buyurdu. Ve her mürşide, kaç kişiyi davet ve irşâdla memur olunduğunu bildirdi.”

“Bu muâhedeyi mürşidîn-i kirâm, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri dâr-ı dünya’ya teşrif edinceye kadar, otuz üç kere, tekrar tekrar tecdid-i ahd olmak üzere arzettiler.”

“Şu halde mürşid olsun, mürid olsun, sâlik olsun ve hatta avâm-ı nâs olsun, o âlem-i zerre’de mesbûk (geçmiş) olan ahd u misâk’ına göre çalışması lâzımdır.”

“İşte bunun için, o ahd ü misâk’ın hakîkatını idrak eden bir mürşîd-i kâmil’e intisap ve müridlerine, (onun) emirlerine harfiyen riâyet, itâat lâzımdır.”

“Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin fevkalâde inâyetine nâil olup meczûb (kendinden geçmiş) olarak vâsıl olur.Bu da ancak yüzbinde bir nisbette vâki olabilir.”(S.23-25)

******

“Cenâb-ı Hakk, İzz ü Celle ve Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’ın kendisine emanet etmiş olduğu itbâ ve müridânını bilmeyen ve onları görmeyen ve onları görecek olan basîret gözü kör olan kimse, ve o itbâlar kaç kişidir ve herkesin dert ve hastalığı nedir ve ne suretle onları irşâd etmek lâzım geleceğini bilmeyen bir kimse, o Yevm-ül ahd vel misâk’daki uhûdun (ahidlerin) muktezâsı ile hareket edebilir mi?” (S.26)

“Velhâsıl Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin mutlak inâyeti ile meczublardan olup, yahut mürşid-i kâmil’in taht-ı terbiyesinde son muzafferiyet ve hakîkî fütûhâta kadar mücâhedeye devam etmedikçe, mürşid-i kâmil olmak imkân haricindedir.” (S.26-27)

Lâkin, zamanımızda bir takım mukallit mürşid tâifesi zuhûr etti.

Makâm-ı irşâd’tan bî-haber ve uzak oldukları halde mürşidlik davasında bulundular ve başlarına müridân toplayıp güya irşâd ve tarîkat intişâr etmeğe başladılar.”

“Makâm-ı Kutbânîyet, ancak Resûl-ü Ekrem Hazretleri’nin emirleriyle olur. Onu tevcih etmek, Seyyid-i Kâinât Aleyhisselâm’a mahsustur.”(S.27)

“Kendi mürşid-i hakikîsine tesâdüf ve mülâkât ettiği takdirde hidâyete ve saâdete nâil olacak kimseyi alakoyarak hakikî saâdetden mahrum kalmasına sebep olur.Böylece yol kesici olur.”

“Bir kimse mürşid-i kâmil makâmına nâil olmak için tarîkatın ıslâhâtına muvâfık surette bir mürşid-i kâmil’in terbiye ve tedbiri altında ahlâk-ı zemîme’den pâk oluncaya kadar mücâhede ederek fâtih-i hakîkî olması gerekir.”(S.28)

“Bu ahlâk-ı hamîdeye mâlik olmayan, noksanı olan bir kimse mürşid olamaz. Fakat mürşide vekil ve muâvin olabilir.”(S.29)

“Mürşid-i kâmil de muâvin ve müblağ olan zât mürşid-i kâmil’in emirinin hilâfında bir söz söyleyemez. Eğer söyleyecek olursa derhal tarîkattan ve o makâmdan azlolunur. Mürşid-i kâmil’in kendisine göstermiş olduğu hatt-ı hareketten asla çıkamaz ve kendiliğinden bir şey karıştıramaz.”(S.29)

“Eğer ol kimse mürşid ise, kendisine emâneten verilen itbâ ve müridânın kimler olduğunu ve ne kadar olduklarını ve o müridân hakkında yapılması lâzım gelen mânevî hizmetlerin hakîkatını ve müridânın derece-i istidâdını ve ne suretle onları hakîkatü’l –vusûle eriştireceğini bilir.”

“Mürşidin-i kirâm’ın itbâ ve müridânını da bilir.Her müşid, kaç kişinin irşâdı ile memur olduğunu da bilir”(S.30)

“Bir kimseyi iğfal etmek, üç bin müslümanın mallarını gasbedip, canlarına kıymaktan ve onları katletmekten, indallah mes’ûliyetçe daha büyüktür.demek ki mürşid olmadığı halde bir kimseyi irşâd edeceğim diye uğraşmak ve ol kimseyi hakîki saâdete eriştiren, kendi hakîki mürşidinden çevirip, ona birtakım vezâif gösterip neticesiz işleri ile uğraştırmak, insanların geçeceği bir yola çıkıp üç bin ehl-i imânı soyup katletmekten daha günah ve mes’ûliyyet itibâriyle büyüktür.”

“Zamanımızda bulunan ehl-i tarîkat, ekseriyet itibâriyle evhâm ve hayâlâta kapılıp gûyâ büyük makâm kendilerine hâsıl olmuş gibi mağrur kalmaktadırlar.”(S.31)

“Kalb zâkir olmak için; Kalbin ahlâk-ı zemîme denilen kötü huylardan tamamen pâk olması lâzımdır.”

“A’dâyı erbaa’nın tasallutunda ve taht-ı tasarrufunda bulunan bir kalb, zikrullaha mazhâr olamaz.”(S.32)

“Şu halde o ahlâk-ı zemîmeden pâk olmadıkça, kalbe ârız olan halâvet ve zikrullah bir hayalden ve evhamdan ibarettir. Bir kimsenin kalbi zâkir olursa, yanında oturan bir kimsenin aynen dili ile söylediği gibi zikrullahı işitilir. Eb-i mânevî ve mürebbi-i hakikî (mânevî baba ve hakikî terbiyeci) olan zâtın tertip ve tedbiri altında mücâhede ederek, hiçbir lâhza muhâlefet etmeden, kendisine gösterdiği vezâifine dikkat ederek mücâhedeyi sonuna getirebiliyorsa, ol zaman kalb zâkir olur.”

“Bir de kalb zâkir olursa bir cümle mahlûkâtın tesbihâtına ve takdisâtına ve her mevsime göre değişmekte olan şu tesbihâtın hakâyıkına ve her bir mahlûkun tesbihine vâkıf olması gerekir.”

“Sır zâkir olmak için; evvelâ ol kimse için bilcümle âyât-ı Kur’ân’iyyede bulunan kelimelere en aşağı üçer mânâ ve tefsir bilmek lâzımdır.”(S.33)

“Kur’ân-ı Azîmüşşân’da mezkûr olan 800 adet menhiyyâtdan tamamen uzak ve pâk olmak 500 memûriyye (emredilmiş)olan meseleleri de işlemek, velhâsıl a’mâl ve ahlâkı, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın sırrına mutâbık olmak demektir.”

“Sırru’s-Sır zâkir olmak için; Sırru’s-Sır zâkir olan bir kimse, istediği zaman ve arzu ettiği lâhza, bilcümle meşâyih-i kirâm hazerâtının ervâh-ı mukaddeselerini davet eder ve onlarla görüşür. Bu kadar kuvve-i kudsiyenin ol kimsede bulunması lâzımdır.”

“Ahfâ zâkir olmak için şart; Ahfâ denilen makâm ve eltâfa zikir yerleşmiş kimsenin, istediği zaman Hazret-i Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm ile sohbet ve mülâkât etmeğe muktedir ve selâhiyetli olması lâzımdır.”(S.34)

“Hiç olmazsa günde beş kere hâtif-i Rabbaniyye’ye mazhâr olması lâzımdır.”

“Melâike-i kirâm hazerâtı ile sohbet ve ülfet etmesi ve onlarla tam bir münâsebette bulunması lâzımdır.”

“Ahfu’l-Ahfâ; Bir kimsenin Ahfu’l Ahfâ makâmına zikrullah yerleşirse; ol kimse, daimî surette bilâ hicab, perdesiz Resûlü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri ile içtimâ ve huzurunda bulunması, bir lâhza olsun Resûlü Ekrem Aleyhisselâm ile aralarında hicab olmaması şarttır.”

“Elinin avucunda olan bir hardal tanesi gibi levh-i mahfûzun kendisine açık olması lâzımdır.”

“Bunlara mâlik olmayan bir kimse, “Ben kalb ile zikrediyorum”diyerek uğraşmaktansa, lisânen Allah’ı zikretmesi kendisi için hayırlı olur.”(S.35)

“Zamanımızda böyle kendisinde bulunmayan ve hakîkat olmayan şeylere inanıp vehim, hayal ve hakîkat sanıp uğraşanlar pek çoktur.”

“Kendi emânet sahibi olup olmadığını ve Yevm-ül ahdde mansab-ı irşâd ve mâkam-ı hidâyetle memur olduğunu bilmediği halde, irşâdla meşgul olmak, bilmediği ve akıl erdiremediği şeylerle başkalarını uğraştırmak, emânete hiyânet demektir.”(S.36)

“Tarîkat-ı Âliyye-i Nakıbendiyye’de mezun olan mürşidîn-i kirâm hazerâtının adedi altıbin ricâlullâhtır.”

“Bu ricâlullah hazerâtına inâbe ve telkin, Resûlü Ekrem Aleyhisselâm tarafından tevcih edilmiştir.”(S.37)

Yalova Güneyköy’de bulunan Şeyh Şerafeddin Dağıstani (K.S.)’in türbeleri.Son yıllarda varisleri tarafından adeta yeniden inşa edilen türbede Şeyh Şerafeddin Dağıstani (K.S.) ile birlikte mürşidi Şeyh Ebu Muhammed Medeni (K.S.) ile Şeyh Şerafeddin Dağıstani (K.S.)’in eş ve evladlarından bazılarının kabirleri yer almaktadır.

BUYURDULAR Kİ

1“ Resûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimizle beraber yüz yirmi dört bin enbiyâ-i mürselînin mûcizât ve ulûmuna ahlâkına vârisim. İcap ettiğinde bunların icrâsına da mezûnum.”

2 Dünyanın hilkatinden (yaradılışından) itibaren ne kadar insan ve zî-ruh (canlı) gelmiş ve gelecekse onların adet ve isimlerine ve yapacakları sa’îd ve şekâvet hallerine, (iyi ve kötü amellerine) vâkıfım.

3 Dünyanın hilkâtinden itibaren gelmiş ve gelecek nebâtâd (bitkiler) ve eşcârın (ağaçların) kendilerine mahsus hallerine, hassalarına (özelliklerine), zikirlerine ve tesbihâtına vâkıfım.

4 Allah (c.c) bütün mükevvenâtın (evrenin) şuûnât-ı evveliye ve âhiresini (başında ve sonundaki olayları) idrâk etmek kuvvetini bana ihsân buyurmuştur.

Bu ulûm-u hakîkatı( hakikat ilmini) benden evvel geçen evliyâ-i kirâm’dan pek nâdir zevâta nasib kılmıştır. Ulûm cihetinden, binlerce menâkıb-ı şerif söylemekliğim buna kâfi delildir.”(S.39)

“Mürşidler dört kısımdır: Mürşid-i teberrük, mürşid-i tezkîye, mürşid-i tasfiye ve mürşid-i terbiye”

“O zât kendi mürebbi ve mürşidi tarafından beş bin lafza-i celâl’i ve beş bin de salavât-ı şerîfeyi telkin ve tavsîfe me’zûn (ders vermeğe yetkili)bulunmalıdır.Bilcümle mahlûkâtın tesbihâtına vâkıf olması lâzımdır.Ehl-i kubûrun hakîkatına vâkıf olması gerekir.”

“Bütün kâinatta her türlü vak’alardan ve renklerden vahdâniyyet-i ilâhiyyeye (Allah’ın birliğine) burhân ve delâili anlaması gerekir.”

“Etbâ ve mûridânın üzerine, meşâyıh-i kirâm hazerâtının cezbe ve nazarlarını, celbe (çekmeğe) iktidar ve selâhiyetli (yetkili) olması lâzımdır.”

“Yirmi dört saat içinde, yirmi dört bin lafza-i celâl ve beş bin salavât-ı şerîfe’yi ifâya ve bunlara müdâvim olması lâzımdır.”(S.40)

“Mürşid-i tezkiye olan zât mezâhib-i erbea’nın (dört mezhebin) azîmet kısmına muhâlif olan ef’âl (işler) ve a’mâl (ameller) ve harekâtından mahfûz (korunmuş) olması gerekir. Kendi etbâ ve müridânına yirmi dört bin lafza-i celâl ve beş bin salavât-ı şerîfe’yi telkîne me’zûn olması gerekir.”

“Yirmi dört binden başlayıp yetmiş bine kadar zikre mezun olması dahi lâzımdır.Sâhib-i tevfîk ve erbâbı için bu zikir, bir saatlik vazifeden başka bir şey değildir; o kadar kolay ikmâl edilir.”

“Mürşid-i tasfiye olan zât, evvelen âhirete ait umûrundan (hususlardan) zühd olması gerekir.”(S.41)

“Levh-ü Mahfuzda yazılı bilcümle mukadderâta ittilâ etmesi (haberdar olması) lâzımdır. Etbâ ve müridânın üzerine, Cezbe-i Hayy’ı celbe dahi selâhiyet sahibi olması gerekir.”(S.41-42)

“Kur’ân-ı Kerîm’de mezkûr (geçen) beş yüz mâmûreyi tamamen ifâ ve ve sekiz yüz cihet-i menhiyyeden uzak ve sâlim olması lâzımdır.”

“Zamanın kutbunun ismini, nesebini bilmesi lâzımdır.Bir saat zarfında yedi yüz bin adet zikr-i ilâhiyyeye muvaffak olması lâzımdır ki, buna tayy-ı lisân derler.”

“Mürşid-i terbiye, mürşidin en yüksek mertebesidir. Müctehid-i mutlak mertebesine ermiş olacaktır.”

“Kendi etbâı olmayanların dahi, derece-i iman ve ahd-ü misâkına ittilâsı olması lâzımdır.”(S.42)

“Kaza ve mukadderât-ı ilâhiyyenin mübrem (kaçınılmaz) ve muallak (şartlı) olanını da ayırması ve buna vâkıf olması lâzımdır.Kutbü’z-Zaman Hazretlerinin bilcümle vezâifini de bilmesi lâzımdır. Bir müridin hâlet-i nez’isinde (can çekişme anında) yanına gidip imdadına yetişmesi lâzımdır.”(S.42-43)

“Bilcümle Esma-i Hüsnâ’nın, ulûm ve esrârına ve hakâyıkına vâkıf olması gerekir.”(S.43)

“Bütün avâlimde (dünyalarda) kendisinden ahd ve inâbe almış olan itbâların ve müridânın hakkında bir lâhza gafil olmayarak ve hiçbir kimseye ait emanetten noksan bırakmayıp ikmâle muvaffak olmaktır.”(S.44)

“Mürşidin şahsına ait olan bilcümle vezâif-i ubûdiyyet dahi tamamen ifâ ve ikmâle muvaffak olmaktır.”(S.44)

“Cenâb-ı Hakk (tarafından), evliyâ ve mürşidîn-i kirâm hazerâtına ihsân buyrulan yedi kuvvet vardır.”

“Vâris-i Resûlullaholan zevât-ı kirâmın o yedi kuvveti, daima Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerinin tecelli-ü zâtül- bahtı altında olması lâzımdır.”

“Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin yarattığı her mahlûkun bir kemâli ve o kemâle vâsıl oluncaya kadar üzerine gelecek ârızalar vardır.”(S.45)

“Mürşid-i kâmiline kavuşmak nasip olmamış, veya mürşid-i kâmile kavuşmuş, intisap etmiş, lâkin bir sebepten dolayı cihâd-ı Ekber’e muvaffak olamamış kimseleri de kemâle eriştirmek, mürşid-i kâmilin vezâifi mukaddeselerindendir mürşid-i kâmil yed-i emânetine düşmüş olan kimselerden bir fert olsun zâyi etmez.”(S.46)

“Ne kadar duâ ve münâcaât, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin fem-i saâdetlerinden (dudaklarından) sudûr etmiş (çıkmış) ise kâffesini ezberlemek ve bilmektir.”

“Kendi şahsına ait hak ve hukuk dolayısıyla, ümmet-i Muhammed’ten bir ferdi dârü’l-gazap ve’l-intikâm’a göndermemek ve yani bir şahsın mesüliyet ve intikâm-ı ilâhiyyeye mazhar olmasını kabul etmemektir.”

“(Lâ ilâhe illallah) Bu kelime-i tevhide Muhammdün Resûlullah kelimesi ne zaman ilhâk ve ta’lik edilmiş (eklenmiş) ise, o zamandan itibaren tevhid-i ilahî (Allah’ın birliğine) ve tasdik-i nebevîye (peygamberi tasdike) muvaffak olmaktır.”(S.47)

“Müridân ve itbâının, amel cihetinden ve itikat cihetinden en zayıf olanını bile, dârü’l- kerâmete sevk ve ithâle muvaffak olmak.”

“Halk ve insanların kendisine karşı olan inkârına sabretmektir.”

“Ümmet-i Muhammed’in isimlerini kendi efrâd-ı âilesinin isimlerini nasıl bilirse öyle bilmektir.Ve kâffesini zikredip duâ ve münâcaâta muvaffak olmaktır.”

“Bu dokuz kerâmete mazhâr olan zevât-ı kirâm bizim asrımızda mevcuttur. Ve bu ekâbir ricâlullah, sizi evlatlığa kabul buyurdular ve kendilerinin cemâat ve müridânı zümresine ithal ettiler.”(S.48)

“Herkesi, dâr-ı dünyada kime itbâ ettiyse (uyduysa), kimi imam tuttuysa onun ismi, ile yâd ve hitap ederek davet eder.”(S.49)

“On iki bin kelime-i Tevhîdi, kalbine herhangi bir havâtır gelmeden zikretmeye muktedir olan kimseye “müstaîd” denir.”(S.50)

“Mürid: Dünya ve âhiretten zühdü tamam olan kimsedir.”

“Müridi irşâd ve taht-ı terbiyesine alan mürşid, ona herşeyin hakîkatını ve son olarak vâsıl olacağı kendi makamını göstermiştir.”

“Müridlerine kendi makâmlarını göstermek, Ebû Bekr Sıddîk Hazretleri’nin ilminden irsen (miras olarak) intikâl etmiştir.”(S.51)

“Sâlik: Muhakkak surette Esmâ-ül Hüsnâ’yı kendisine mâletmiş olan kimsedir. Cenâb-ı Hakk’ın esâmîsini (isimlerini) kendilerine sıfat olarak mâletmeğe mazhâr olanlar anlar.”

“Cümle mahlûkât ve kâinâtın tesbihâtına ittilâ etmesi (bilmesi) dahi gerekir.”

“Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm ile aralarında asla hicâb(perde) olmaması lâzım.”(S.52)

“Şâh-ı Nakşibend irşâda mezun olduğu günden itibâren, müşârünileyhin sağ omuzundan, Sıddîk-ı Ekber Radıyallâhu Anh Hazretleri’nin rûhâni-i şerîfi eksik olmadı ve her meclis ve sohbetin sonunda, bu âyet-i kerîme rûhâni tarafından kıraat olunurdu.”(S.55)

“Şâh-ı Nakşibend kırk yaşına bâliğ olduğu saatte, kendisine hâsıl olan kemâlâttan, Tecelli-i Zât-ı Akdes-i Celle A’lâ’ya mazhâr ve nâil oldu.Dârü’l-Kerâmet’te mü’minlerin göreceği gibi Cemâl-i İlâhî’yi görmek nasîp oldu.”(S.56)

“Müşârünileyh, bütün namazlarında birinci rekatında, Sûre-i En’âm ve ikinci rekatta da Sûre-i Rahmân kıraat ederdi.Yirmi beş yaşına bâliğ olduğu zaman, al-el-ıtlak (genel olarak) bilcümle terâkini ıslâhâtı üzere, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm tarafından, ümmetinin irşâdı ile memur ve me’zun kılındı “(S.59-60)

“Vakt-ül imsâkta Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin Ravzay-ı Mutahharaları’na ziyârete gitti. Zirâ, o vakitte ziyâret etmek evliyây-ı kirâm’ın vazifeleri icâbıdır.Vakt-ül imsâkde, evvelâ Beytül Muazzama’yı tavaf ederler. Ve bundan sonra sabah namazını Ravzay-ı Mutahhara ve Mescid-i Nebevî’de kılarlar.”(S.60)

“Ehle’z-zikir’den murâd-ı ilâhi, yevm-ül ahd vel misâkda Cenâb-ı Hakk’ın Resûlullah ile akdettiği muâhedeyi bilip bir nokta kadar o muâhedenin hilâfında bir hareket kendisinden sâdır olmayan kimsedir.”(S.61)

“Ebu’l Hasen-il Harkânî, buyurmuştur ki: Buna binâen iz’an ve kabul olmadan, inkâr ile evliyây-ı kirâm’ın yüzlerine bakmaktan ise, ruhbanların yüzüne bakmak daha hayırlıdır. Zirâ evliyây-ı kirâm’a sû-i zân ve fena yüzle bakanların sonu iyi olmaz.”(S.61-62)

“Aramızda seksen bin hicâp (perde) var. Bu hicâplar zâil olmadıkça, sen sözlerimden bir şey anlayamazsın ve sözlerim sana zehir gibi gelir.”(S.67)

“Eğer yevm-ül ahd vel misâkta, bu mesleğimizden size Cenâb-ı Hakk bir nasip ihsân buyurmuş ise; o nasibinize sizi kavuşturmak için çalışacağım. Yoksa üzerinizde âlât-ı irşâdı isti’mâl edemem.”(S.68)

“Bir mürşidü’t –teberrükîn, huzuruna iki mürid ve tâlip gelse, tarîkat ve hakîkate tâlip olup, himmetine mürâcaat etseler ve bu tâlibin birisi binlerce altın hediye ile, diğeri de hiçbir şey almadan gelmiş olsa; o mürşidü’t –teberrük, hediye sahibine ötekinden fazla iltifatta bulunsa, derhal makâmdan azlolunur.”

“Fakat o hediye sahibine meslekten gayri, başka bir surette iyilik ve mükâfatta bulunur.”

“Hediye mukâbilinde tarîkat verilemez ve satılamaz.”(S.70)

“Resûlullah Hazretlerinin, on kişiye sarâhaten (açıkça) tebşîrâtta bulunması (müjdelemesi), Bidâyet-i İslâm’da (İslâmiyetin başlangıcında), mal ve bedenle fevkâlâde cihâd-ı kudsiyyede bulunmaları dolayısiyle icâp etmişti.(S.73)

“Ben de Resûl-ü Ekrem Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’den me’zûn olmadıkça ve tecelliyât-ı ilâhiyye’ye elli bir defa mazhar olmadıkça bir kelâm söylememişimdir”(S.75)

“Bir mürşid bir müridi hidâyete sevkedebilmek için; o mürşidin, o tâlibin Hazreti Âdem’e kadar âbâ-i ecdâdını (atalarını) bilmesi lâzımdır.Onlardan, müridin üzerine ârız olan zarar ve menâfii (yararları) ve ne gibi hicâb-ı zulmâni ve nûrâni (karanlık ve aydınlık perdeler) bulunduğunu bilmesi lâzımdır.”

“Allah’ım, bu hakâyıka vâkıf (gerçekleri bilen) asgari (en az) üç zâtı her asırda eksik etme.”(S.76)

“Beyazîd-ı Bistâmî Hazretleri buyurmuşturki: İnsanların helâkına iki nesne sebep olacaktır. Biri âdâp ve terbiyeyi muhâfaza etmeksizin tarîkata intisâb etmeleri, ikincisi günâh-ı kebâirde etmeleridir. Birinci sebeple dalâlete dûçâr olanlar daha çok olur.”(S.77)

“Bir kimse vâlidesinin sütünden hâsıl olan şehvet ve arzuyu, mürşidinin dediklerini yapmak suretiyle kırarsa, mürşidinin tarif ve tedbîri üzere mücâhede edip, o arzu ve şehveti mağlup ederse, mürşidi derhal onu, Resûlullah Aleyhisselâm’ın rûhanî şerîfi ile içtimâ ve mülâkâta tahammül edecek bir makâma ref eder (yükseltir).” (S.82)

“Mürşidin buyurduğu vezâif şer’i şerîfin hilâfına (şeriata aykırı) olsa bile, eğer kalbimutmaîn olmazsa, beş yüz kadar ihtimâli kalben, mürid düşünmelidir.Eğer beş yüz ihtimâlin dışında ise, hazret-i üstâda kalben sormaya me’zundur (izinlidir). Bu da onun itmi’nân-ı kalbi (kalben emin olası) içindir.”

“Zamanımızda ve asrımızda bulunan ihvân ve müridân için kırk adet ihtimâli düşünmek vazifedir. Kırk ihtimal de geçerse arza (sormağa) memur ve me’zûndur.”(S.83)

“Dört nesne: Nâr, türâb, mâ, hava”

“Nâr; Hakîkatını ancak havâs olan ümmet idrâk eder.”

“Mümin ve muvahhidlerde ise, hem nûrânî ve hem de zulmânî kısımlardan izler vardır.”

“Sayılan bu dört nesnenin zulmânî kısmı hâricinde tamamen nûrânî hususlarına sahip kimseler havâss-ı ümmet olan ricâllerdir.”(S.85)

“Mevcut olan evsâf-ı zulmâ-nîyelerinden tamamen tecerrüt etmeleri için mücâdele ve mücâhede lâzımdır.”

“Zulmânî evsaftan altı adedinden dördü kaldı.”(S.86)

“Bu makâm ve meslek son derece ağır ve aynı zamanda mukaddes bir meslektir.”(S.88)

“Bir kimse, mezkûr meselelerde tereddüt etmeden mürşidine karşı itaat ve itbâ hâsıl olursa o kimse hakkında mürşidin yapacağı irşâd vazifesi için bir mânî kalmaz. Ve derhal irşâd âletlerini üzerine tevcih edebilir.”(S.89)

“Nâr’dan maksat, Hakk’ın huzurundan uzaklaşmak, cennetten maksat dahi yakınlaşmaktır.”(S.99)

“Bir kimsenin bu ahlâk-ı zemîme’den tathîr olmadan (temizlenmeden) hacca gitmesinde hiçbir menfaat yoktur. Arafat’a çıktığında ve sâir mubârekelerde durduğunda, Cenâb-ı Hakk günah ve kusurlarını af eder, fakat o, günah ve kusûrunu yaptıran sebep bâkîdir.Avdetten sonra belki evvelkinden ziyâde günah işler”(S.100)

“Evliyây-ı kirâm’dan bir kısmı vardır ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’ı rü’yet (görme) şerefine nâil olmuş iseler de, mükâleme şerefine nâil olmaz.”

“Her bir ism-i celîlin zikri üzere, Cenâb-ı Hakk (c.c) ümmet-i merhûmenin âsî ve mücrim kimselerinden binlerce kimseyi âzâd buyurdu.”(S.107)

“Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm derhal hâtıra cevâben buyurdu ki:İnsanın kalbinde, yani sadrında beş makâmât vardır ki bu beş makâmâtta nûr-u imân ve islâm karar bulur. Kalb, sır, sırrü’s –sır, ahfâ, ahfa’l –hıfâ. Bunlara letâif-i hamse derler.Bu makâmata, ahlâk-ı zemîme, gadab-ı nefsânî delil ve vâsıta olmaksızın yerleşmez.”(S.108)

“Tarîkât-ı Âliye’ye mensûb olan ihvân ve müridân için kalpleri yakazâta davet etmede (uyandırmak için) en birinci sebep ve âmil ne olabilir? Zikrullah mıdır, Salâvât-ı şerîfe’ye devam etmek midir?”

“Ricâl-i asır ve selef-i sâlihîn hazerâtının menâkıb ve zikr-i âlîleri olan bir meclis-i şerîfe yedi gün devam eden kisenin rûhen ve mânen istifâde ettiği fuyûzât ve inâyeti alamaz. Zikrü’l-evliyâ ve selef-i sâlihin, sebebü’n- nüzûli’r-rahmeti”

“Evliyâ-ı kirâm hazerâtının zikri de, tâlîbin ve müridîn olanların kalplerine rahmet ve inâyet yağmurunun yağmasına sebep kılınmıştır. Müridân için asıl istifâde, sohbet ve içtimâdadır.”(S.109)

“Mürid ve tâlib-i tarîkat olan kimsenin, usûl ve âdâb-ı tarîkata muhâlefet etmesi (tarîkat edep ve usullerine aykırı davranması), kebâirden ( büyük günahlardan) sayılır. Tâlib-i tarîkatın, âdâb-ı tarîkata veya usûl-ü tarîkata muhâlefet etmesi ile avâm-ı nâsın (cahil halkın) kebâiratı birdir.Kebâirât beş kısımdır: Kebîret-ül avâm, Kebîret-ül müridîn, kebîret-üs sâlikîn, kebîret-ül havâs ve kebîret-ül havâs-ül havâs.Avâmın kebîresi (büyük günâhı) mâlumdur.Müridânın kebîresi ise, mensup olduğu tarîkatın ıstılâh ve âdâbına muhâlefet etmesidir. Kebîretü’s –sâlikîn, îfâya muvazzaf olunan vezâif-i mukaddeseye karşı bir adüvv ü garaz ummaktır. Kebîretü’l-havâs, ibâdet ve tâatında, “esteîzübillah, illallâhü ellezîne, sadakallâhü’l-azîm” âyet-i celîlesi’nde zikredilen ihlâsından noksan olmaktır.Kebîretü’l-havâsü’l-hâs, yirmi dört saat zarfında alacakları enfâs-ı mukaddeselerinde (nefeslerinde) bir lâhza olsun mâsivallâhı (Allah’tan gayri şeyleri) hâtıra almasıdır.”(S.110)

“Âlem-i Lâhût,Âlem-i Ceberût, Mele-ula’lâ, Sidre-i Müntehâ; isimli dört âlem ve makâmât-ı mübârekede bulunan melâike-i kîrâm ile birlikte sır ve ruh ile ibâdete devam eden zâttır.Âlem-i dünyayı teşrifinden sonra o mâkâmat-ı mübârekeye ruh ve cesetle otuz üç kere ziyâret buyurmuştur. Bu zât dahi, Cibril tarafından Efendimiz’e gösterilen zevâtın içindedir.”(S.112)

“Leyle-i Regâib, mâlumdur ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm’ın nutfe-i tâhire-i Muhammediye’si Pederi Abdullah’ın sulb-u pâkin’den Âmine validemiz Hazretleri’nin rahm-i tâhireleri’ne intikâl ettiği gecedir.”(S.126)

“İslâm dini üzerine imanlı ve ümmet-i Muhammed’den olduktan sonra tarîkatten aziz ve sayılı bir nimet yoktur.”

“Tarîkatın âdâb, usûl ve erkânını bilip ona riâyet ederek say’ü gayret gösterir ve mücâhede ederse, tarîkat insanı saâdet-i ebediyyeye isâl eder.”(S.127)

“Başkasının namazında olan noksanlığı görmek, o kimsenin namazının sahih olmamasına delildir.”(S.130)

“Bir kimseden, bir kimseye vukûu mümkün olan ihsân ve muâvenet, benden sana oldu. Fakat bizim mesleğimizde bir ıstılah ve kanun vardır ki; telkînden sonra bir mürid, üstâz ve mürşidine karşı, itiraz etmesi, ‘niçin, olmaz’ gibi şeyler söylemesi memnudur (yasaktır). Ve hidâyetten çok (fazla) mahrûmiyetine mûcibdir.” (S.136)

“Bir mürid, mürşidinin hakîkî telkînine mazhar olup, yabancılık ref olunduktan (kalktıktan) sonra, velev ki çok az da olsa teslîmiyete muğâyir (aykırı) harekette bulunmak, çok büyük nasip ve devletten mahrûmiyete sebep ve bâis olur.”(S.137)

“Va’ğbud Rabbike hattâ ye’tiyeke’l –yakîn”

“Bu âyet-i kerîmenin muktezâsı olan yakîn, bu gün sende tamam olmuştur.Fakat benim için, makâmıma nisbet olan derece-i manasına gelince; söylersem yeîse düşer (kederlenir) ve tahammül edemezsin.”(S.138)

“Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri bilumum benî beşer (insan oğlunun) zerrelerini hâlketti. Bu zerr-i ervâhın (ruh zerrelerinin) gireceği cesedlerin sûretini de halketti. Bundan sonra her insanın nefes miktarı ve her bir nefesin ne maksatla kullanılacağı ve hangi bir ibâdeti yerine getireceği belli oldu.”

“Bir kimse hadd-i bulûğ’a vâsıl olup, mükellef olduğu vazifeyi bilmesi lâzımdır. Bu vazifeyi bilip ifâ eden kimse yakîn sahibidir ve âlimdir. Bilmeyen ise câhildir. Ve bilmeye de mecbur ve muvazzaftır.”(S.139)

“Nefsinizi mürşid olarak teslim edeceğiniz kimsenin, mutlaka Yevm-ül ahd vel mistâktaki akde vâkıf olması gerekir. Zirâ o hakâyıka vâkıf olmadıkça, o talip hakkında yapılması icabeden cihad ve çalışmanın gerektirdiği hatt-ı hareketi tayin edemez. Ve o müridin, yevm-ül mezkûrdeki (anılan gündeki) akdinden ne derece uzakta bulunduğunu kestiremez.Saâdât-ı Nakşiben-diyyûn’da bu şart bulunmayan kimseye intisâb etmek makbûl olmaz.Ve kendilerinde bu şart ve sıfat bulunmadıkça da kimseyi irşâd etmeğe teşebbüs etmezler. Bu sıfat kendilerinde bulunmayan ricaller, ancak kendi nefislerini ıslâha mamur evliyây-ı kirâm’dan olabilir ve yâr-ü ağyâr (dost düşman) olan kimseleri ve ümmet-i Muhammed’in irşâdı ile memur ve mıvazzaf olamazlar.”(S.141)

“Bir kimsenin hakîkata vusûli (ermesi )için, yevm-ül ahd vel misâkta, terbiyesi bir mürşidin yed-i emânetine veriliyorsa, o devlet ve fazîlet o kimse için mutlaka o mürşidden gelir.Yoksa kendi mürşidini aramayıp bulamazsa, başka mürşide intisâb ve inâbe ederse, günden güne, o nasip ve devletten uzaklaşmaktan başka kendine bir fayda sağlamaz.Velevki o mürşid ehl-i kemâl ve hakiki mürşid-i enâm olsa bile.Zirâ o mü’minin ve muahhidin irşâdı ile uğraşmak onun vazifesi değildir. Fakat burada bir mesele vardır ki, meselâ bir kimse kendi mürşid-i hakîkisini bulamaz da hakîki başka bir mürşide bağlanırsa, bağlandığı mürşid, o kimsenin hakîki mürşidini bildiği cihetle, o kimsenin kendi mürşidi ile rûhâni surette ictimâ edebilme iktidar ve selâhiyetini kesbedinceye kadar, terbiyesi ile meşgul olur ve sonra ona teslim eder. Yoksa hakîkata vusûlü imkansızdır.”(S.142)

“Bir mürşid itbâına, kendilerine mahsus olan âyet-i kerîme’nin nûru vasıtasıyle nazar ederse, o âyet-i kerîmede meknuz(saklı) olan hidâyetin menbâ ve kapıları ona açılır.Kalbine de bilcümle hakâyık, in’ikâs eder (akseder). Ve o zaman o kimse yevm –ül ahd vel misâkın hakâkayıkına ve orada olan derece-i ve tevhîde nâil olur.Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetinden sana böyle bir hidâyet hâsıl olmaz. Herkese mahsus bir âyet-i kerîme olup, herkes o âyet-i kerîmenin nûrundan hidâyete nâil olur. Ale-l umûm (genel olarak), âyet-i kerîmede insanları nâr-ı cahîmden (cehennem ateşinden) halâs edecek (kurtaracak) hidâyet ve rahmet var ise de, her insan için hakîkî hidâyete mütekeffil (kefil) olan ayrı bir âyet vardır.”(S.144)

“Her şahsın yevm-ül ahd’de olan hakîkata vâsıl olmalarına bir sebeb ve vesîle kılınmıştır.”(S.145)

“Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri’nin emânetini taşıyan, yevm-ül ahd vel misâkta, Hitâb-ı İlâhiyye’ye mazhâr olan o zerredir. Fakat esası itibâriyle zerre, bir cemâdtır.Rûh-u külden bir nokta o zerreye intikâl etti.

“Yevm-ül ahd vel misâkta emânet-i İlâhiyyeyi ve teklifâtı kabul ederek üzerine alan, o nokta-i ruhun kendisinde mevcut olduğu zerre-i beşerdir.Ahd-ü misâk alındıktan sonra Cenâb-ı Hakk o zerreyi “el-Berzahü’z-Zulmânî” nâmındaki makâma nakletti.”(S.146)

“O meni nutfesi anaların rahmine intikâl edip, vakd-i merhûnu (muayyen zamanı) gelince iki melâike gelip, o âlem-i berzah-ı zulmânîde olan ruhu, o vücuda nefh ederler (üfürürlrer). O ruhu ancak orada bulunan nokta kabul eder.Eğer dört aydan sonra melâikeler vasıtasiyle o ruh nefh olunmazsa, o zerre dünyaya gelmez. Sonra o vücûd-u beşer, tekâmül ede ede (gelişerek) onbeş yaşını ikmâl ederse, ancak tekâlif-i ilâhiye (Allah’ın emirlerine uymak) ile mükellef (mecbur) olur.O zamana kadar mükellef olmaz.Onbeş yaşını ikmâl edinceye kadar o zerre-i beşerin, âlem-i zulmânî ve berzah-ı zulmânî’den alâkası kesilmez.”(S.147)

“İnsan üç hakîkatten mürekkeptir.”(S.147)

“Zerre; bu da cemâd gibidir.”

“Zerrenin içine konan bir nokta ruh”

“Ve hakîkat-ül hayat ve ruhla kâimdir.”

“Anaların rahminde dört ay geçtikten sonra melâikeler tarafından nefh edilen ruhdur.”(S.148)

“Bir mürid, bir mürşidin huzuruna girerek demiş ki: “-Üstâdım! Benim tarîkata girmem gerekir mi? Bir mürşide muhtaç mıyım? Cenâb-ı Hakk beni, mezâhib-i erbaa’nın (dört mezhebin) bilcümle ahkâm-ı şer’iyyesine (bütün şer’i hükümlerine)vâkıf kılmıştır.Cennetin içinde yaşayacak olan halkın cümlesini gözümün önündeymiş gibi görüyorum. Arşurrahmân-ı a’zam’ın hakâyıkına da vâkıfım.Yüz yirmi dört bin enbiyây-ı mürselîn hazerâtının makâmât-ı mübârekelerini ve kabr-i şerîflerini biliyorum. Bürtün hayvanât-ı berriyye ve bahriyye’nin (kara ve deniz hayvanlarının) tesbîhâtını da işitiyorum ve biliyorum. Tayarân ederek (uçarak) tayy-i mekân ile gezmeğe de mezunum. Evliyâ-ı kirâm hazerâtından kim kimi ziyâret ederse, onu da biliyorum. Kelâmullâh-ı Kadîm’i dokuz yaşında iken hıfzettim ve maâni-i Kur’ân’a (anlamına) vâkıfım. Resûl-ü Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nden sâdır olan bilcümle hâdîs-i şerîfelere bâis ve râvileriyle (konuları ve rivâyet edenleriyle) beraber biliyorum. Benim mürşide ne cihetten ihtiyacım olabilir? Bir mürşidden ben, ne gibi bir istifâde ve fayda temin edebilirim?”

Mürşid ona cevâben demiş ki:

-“Evet Cenâb-ı Hakk’ın sana bahşetmiş olduğu bunca hakâyık, kerâmet ve kemâlât büyük bir lûtf-u ihsândır.Fakat sana lâzım olan bir mesele kalmıştır.Sana sorduğum şu suâle cevap ver:Cümle zerrât-ı kâinâta Cenâb-ı Hakk Teâlâ ‘Elestü bi-Rabbiküm’ hitâb-ı ilâhîsinde bulunduğu lâhzada siz ne cevabda bulundunuz; verdiğiniz cevabı biliyor musunuz? Cevap verdiğiniz anda sağ ve solunuzda kimler vardı?”

Mürid cevâben-

“Bilmiyorum ve hatırlamıyorum”demiş.

Bu cevap üzerine mürşid buyurmuş ki:

-“Oğlum! Cenâb-ı Hakk’ın sana ihsân etmiş olduğu o kadar ulûm, maârif ve hakâyık, o günün hakîkatına vâkıf oluncaya kadar ‘lâ şey (hiçbir şey) hükmündedir. Hiç kıymeti yoktur.Bu saydığın ulûm ve hakâyıktan sana bir fayda hâsıl olmaz.Senin mutlaka mürşidini bulup, ona teslim-i nefs etmen lâzımdır.Yoksa bu hâl üzere daha bin sene yaşayacak olsan, yine hakîkate vâsıl olamazsın.”

Mürid demiş ki:

-“Yâ seyyidî! Beni taht-ı terbiyenize kabul buyurmanızı istirham ederim. Hakîkat ve saâdetimi sizden beklerim.”

Mürşid demiş ki:

-“Kabul ederim.Fakat bana ilim, akıl ve her türlü fazîletten kendini tecrîd ederek (sıyırarak), hiçbir şeyden haberi olmayan câhil bir ümmî sıfatıyla geleceksin. İlim ve fazîlet sahibi olarak gelecek olursan, seni kabul ve irşâd edemem.Cenaze, gassâlin (ölü yıkayıcısının) eline, nasıl teslim olmuşsa, o suretle bana teslim olacaksın.Bu şartları ikmâl etmeden sen benden bir hakîkat talep edecek olursan beyhûde (boş yere) uğraşmış olursun ve hakîkatten bir koku bile duyamazsın. Ve sana küçük bir kapı bile açmam.”

Mürid, mürşidin tarifi vechile ona teslim olmuş ve üç saat zarfında mücâhedeyi ikmâl ederek hakîkata vâsıl olmuş.”(S.148-49-50)

“Ekâbir evliyâullah ve ehl-i kemâl, kendiliklerinden bir söz söylemezler.Ancak Hakk Teâlâ Hazretleri’nin tecelli-i kârı altında söylerler. Yani Hakk Teâlâ Hazretleri’nin emir ve irâdesiyle söylerler. Ve sevgili kullarının söylediği sözü, Cenâb-ı Hakk hiçbir zaman boş bırakmaz ve buyurduklarını aynen zâhir eder.Teğayyür ve tebeddül asla vâki olmaz.Şâh-ı Nakşbend (k.s) bir kere olsun Hakk’ın tecelli ve irâdesi olmadan bir söz söylememiştir.”(S.151)

“Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin gerek Tecelliyât-ı Zâtıyyesi’nden, gerekse Tecelli-i Sıfatıyyesi’nden benim hisseme düşen hissey-i miktar nedir?Kaç defa zât ve kaç defa sıfat tecellisine mazhar olmuşumdur? Yevm-ül ahd vel misâkta olan Tecelliyât-ı İlâhiyyesi ile bu âlemde olan tecelliyâtının adet ve miktârı nedir?Âlem-i ahd ve misâktan itibâren annemin rahmine kadar vukû bulan tecelliyâtın adet ve miktârı nedir?”(S.153)

“Allah-ü Teâlâ (c.c) seni ademi mahz’dan vücûda ihraç ettiği lâhzadan, bu ana gelinceye kadar bin dokuz yüz kere Cenâb-ı Hakk’ın, Sıfat-ı İlâhiyyesi’nin tecellisine mazhar oldun. Dokuz yüz bin kere de Esmâ-i Hüsnâ tecellisine mazhar oldun. On bir bin kere de Tecelliy-i Zât-ı İlâhiyye’ye mazhâr oldun.”(S.154)

“Bir kimse, mürşid-i kâmil’in terbiyesine mazhâr olacak olursa, o mürşidden o müride bir hâtıf-ı nazar atfolunur ki; o nazar, terbiye ve tezkiye tariki ile olmayıp, müridin istidâtı üzeredir. Bu nazardan mahrum kalmamak için müridânı muhâfaza etmek bu melâikenin vezâifindendir. Bu nazara mâni olan harekâttan mürid muhâfaza edilmedikçe, diğer terbiye ve tezkiye husûsunda nazarlardan da mahrum kalır.”

“Bir mürşid, bir müride telkin ederken mutlaka ona bütün âlemlerde olan tecelliyâtı beyân etmesi lâzımdır. Bir müridin o kadar avâlimde olan hakâyık ve Tecelliy-i İlâhiyye’ye mazhar oluşlarını ve bu makamlarda, üzerinde olan havâdis ve ârazların kâffesini ve bunların evsâfını bir mürşid bilmesi lâzımdır. Eğer bir mürşid, terbiyesi için değil de, teberrüken telkin edecek olursa, mutlaka o müridin ana rahmine intikâl ettiği lâhzadan itibâren, o ana kadar geçirdiği ahvâle vâkıf olması lâzımdır ve şarttır.”(S.156)

“Bu kadar basit olan ve bilmesi gereken bu hususu,müridin kendi istidât ve gayreti ile kalbinden defetmesi gerekir.Mürşid böyle ufak meselelerle ne uğraşır, ne de karışır.”(S.157)

“Herbir mahlûkun tesbihâtı vardır ve az çok Hâlikını bilir.”(S.158)

“Bir kimse, şu toprağın cüzzü lâ yetecezzâ adedince altına sahip bulunmakla, mâişeti (geçimi) hususunda ne derece rahata erer ve kendisini mutmaîn hisseder ve bilirse, bundan binlerce defa Cenâb-ı Hakk’ın onun rızkına kefil bulunduğuna inanarak, mutmaîn bulunmadıktan sonra, o kimse bizim tarîkimizden bir hidâyete erişemez.”(S.159)

“Allah-u Teâlâ Hazretleri bütün mahlûkâtının rızkına kefildir.”Binâenaleyh, bu hususta şüphe ve tereddüt, inanmamak ve emsâli gibi havâtırın ne büyük bir suç olduğunu bir düşün.Bu havâtırı defetmek, sana bırakılmış bir vâzifedir.Mürşid buna karışmaz ve bunlarla uğraşmaz.”

-“Oğlum! Rızık ve mâişet hakkında düşüncesi olan kimselerle oturma ve onlarla sohbet etme!” (S.160)

“Mânâ ve neticesi bir olan makâmâttân bu makâma nâil olanların şükrü, azîmeti ve verâsı ise, diliyle Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadîs-i şerîflerin ahkâmına muhâlif söz söylememek, gözleriyle münkir işlememek ve her gördüğü şeyden Allah’ın kudret ve azametine vücûd ve vahdâniyetine ve Resûlullah’ın hak peygamber olduğuna dâir, türlü türlü delil ve ibret almaktır.”(S.162)

“Mürid ve sâlik için; verâ, azîmet ve şükrün mânâsı yine aynıdır.Onlar için şükür; üstâd ve mürşidinin, emir ve düstûrlarından ayrılmamaktır.Gösterilen vazîfelere hakkıyla devam etmektir.Mürşidin emr-i hilâfı olan bir hareket sâdır olmamaktır.Kendi mürşidinden maâdâ, bütün mürşidler bir şeye karar vermişler olsalar bile, kendi mürşidi de onların kararının hilâfında (zıddı) bir emir verse, illâ kendi mürşidinin buyurduğunu istemek lâzımdır. Bir zerre kadar şek (şüphe) gelirse, o mürid, visâlîn-i şakirînden sayılmaz. Mutlaka kendi mürşidinin emrini, her emirden üstün tutması lâzımdır.”

“Avâm-ı nâs kalbi muhâfaza etmekle mükellef olmazlar.Ancak zâhirî, şeriatın yoluna göre muhâfaza ederlerse şâkirînden sayılırlar. Allah’ın sevgili has kulları ise; kalbin muhâfazasıyla memûr ve mükelleftirler.”(S.163)

“Senin muvvakat değil, ebedi hayatını kurtarmağa çalışıyorum. Sana ilâç veriyorum, sen onu isti’malde suistimal ediyorsun (kötüye kullanıyorsun), bazen de kendiliğinden ilâçları karıştırıyorsun.”

“Dokuz sene zarfında esnây-ı mücâhedede üstâd ve mürşidinin buyurdukları vâzifelere ne bir şey ilâve etti, ne de noksan olarak ifâ etti.”

“Evliyây-ı kirâmdan kutbâniyet makâmından en çok kalan zât, Ebû Abbas-el Mursî hazretleridir.”(S.165)

“Hicretle memur olduğu gecede Resûlü Ekrem Aleyhisselâm Hazretlerine Cibrîl-i Emîn tekrar tekrar nâzil oldu. O gecede Mekke’de, cin tâifeleri Resûlü Ekrem Aleyhisselâm’a zarar ve ziyan vermek için toplandılar.Cenâb-ı Hakk Teâlâ, Cibrîl Aleyhisselâm vasıtasıyla Kureyşiler’in kararını ve cin tâifelerinin içtimâlarını bildirdi.Seyyid-i Kâinât Aleyhisselâm Hazretlerinin kalbine biraz hüzün ve keder ârız oldu.”(S.166-167)

“Efrâd-ı ümmetimden çok kimseler, bunların adâvetinden çobansız kalan davar gibi mahvolur ve helâk olur diye düşünüyorum.”(S.168)

“Emr-i Hakk üzere Cibrîl Aleyhisselâm, bilcümle efrâd-ı ümmetin zerrelerini davet ederek huzûr-u Resûlullah’a dizdi.”(S.168-69)

“Sonra ekâbir ricâlullah hazeratından birkaç zâtı davet ederek, birer tâife olarak taksim ve tevzî etti.Sonra Cibrîl Aleyhisselâm, o ricâlullah ve havâs ümmetten doksan dokuz zâtı, Resûlullah Aleyhisselâm Hazretlerine takdim etti.”

“Sırf Mevhîbe-i İlâhiyye (Allah vergisi) olarak vücutlarına ruh nefh olunurken, beraberinde bu inâyet de bunlara ihsân edilmiştir.”(S.169)

“Resûlü Ekrem Aleyhisselâm’a, Cibrîl Aleyhisselâm’ın tebşîrâtı üzerine teselli ve itmi’nân-ı kalb hâsıl oldu.”

*********

“Ricâlullah’a mahsus olan yedi fazîlet;

Birinci fazîlet: Cenâb-ı Hakk onlara, kendilerini vücûde getirmezden mukaddem (önce), velâyet-i ulyâ (yüce evliyalık) makâmını tevcîh ve ihsân buyurmuştur.

İkinci fazîlet: Cenâb-ı Hakk onların zerrelerini halk ve icâd buyurduğu lâhzadan itibaren, Resûlü Ekrem Aleyhisselâm ile içtimâ ve mülâkât-ı beşerriye (toplanıp karşılıklı konuşma) hâsıl oluncaya kadar, Resûlullah Aleyhisselâm’ın ümmetini hatmederek duâ ve münâcaat ediyorlardı.

Üçüncü fazîlet: Cenâb-ı Hakk zerrelerini halk ve icâd ettiği zamandan itibaren her gece yedi bin kere Kur’ân-ı Kerîm’i hatmederlerdi. (S.170)

Dördüncü fazîlet: Kendileri dâr-ı dünyaya teşriften itibâren her yirmi dört saatte semâdan nazil olacak yirmi dört bin belâ ve mesâibeve arzdan hâsıl olacak yirmi dört bin musîbetten dahi ümmet-i Muhammed’in selâmeti için münâcaat ederler.

Beşinci fazîlet: Kendilerine karşı zerre miktarında olsun râbıta ve muhabbet eden ve dirhem kadar olsun kendilerine hizmet eden efrâd-ı ümmete fazîletini temine selâhiyettar olmaktır.

Altıncı fazîlet: Yüz yirmi dört bin enbiyâ-ı mürselîn-i kirâm hazerâtından, müddet-i ömür ve hayatlarında, gerek kendi zâtlarına ait olsun, ve gerekse ümmet ve kavimleri hakkında olsun, ne kadar münâcaat sâdır olmuşsa kâffesine (tümüne) vâkıf olurlar.” (S.171)

“Yedinci fazîlet: Her vakt-ül imsakta ümmetin, birinci neferden başlayıp kâffesini zikreder. Bu ümmet-i merhûmeyi bir saat zarfında hatmedip ikmâl e ederler. Bu ekâbir evliyâullah, münâcaata başladıkları zaman Cenâb-ı Hakk, kâfir ve müşriklerden bile gadabı ref (kaldırır) ve tahfîf eder.

Bu zikrettiğim ricâlullah, Medine-i Münevvere’de tesis edilecek olan Mescid-ül Kubâ’da içtimâ ederler.

“Hayatta olan vârislerinden hediye ve ihsânı beklemeyen ve aramayan kimse olmaz.Emvâtınızı unutmayınız. Onlar için hediyeyi eksik etmeyiniz.”(S.181)

Yalova Güneyköy’de Şerfeddin Dağıstani (K.S.) tarafından Cebel-i Hafakan olarak adlandırılan ve kendilerinin de medfun bulundukları tepecikte oluşturdukları kabristanda bulunan bu yan yana iki kabirden sağdaki anneleri Emine Valide Hanım’a soldaki ise babaları Abdurraşid Efendi (Rh.A.)’e aittir.

Şeyh Şerafeddin Dağıstani [K.S.] ve anne-babalarının ruhları için üç ihlas-ı şerife ve bir fatiha okuyup armağan ediniz.

Kaynak: Tasavvuf ve Sufiler

 
   
bugün 31 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol